Přispěvatelé: |
İstinye Üniversitesi, İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Can Donduran / 0000-0003-2737-1410, Donduran, Can, Can Donduran / L-3928-2018, Can Donduran / 57219285018 |
Popis: |
Günümüzde, özellikle güvenlik alanında uluslararası aktörlerin algıları ve davranış tercihleri hızla değişmektedir. Öyle ki devletlerin güvenlik stratejilerinin açıklanmasında geleneksel dengeleme ve peşine takılma ikilemi, pek çok durumu açıklamak adına yetersiz kalmaktadır. Gittikçe belirginleşen çok kutuplulaşma, uluslararası güvenliğin küçük ve orta büyüklükteki (ikincil) aktörlerin algı ve davranış tercihlerine karşı duyarlılığının artması sonucunu doğurmuştur. İkincil aktörlerin, başat güçler arasındaki rekabete yönelik tutumları ve yaklaşımları günümüzde, yakın geçmişte hiç olmadığı kadar belirleyicidir. Değişen ulusal ve uluslararası dengelerden kaçınılmaz olarak hayli etkilenen Türkiye’nin güvenlik stratejisi de yaşanan bu dönüşüme bağışık değildir. İkincil bir aktör olarak, Türkiye’nin Rusya ve NATO arasındaki mücadele karşısındaki yaklaşımının, Ankara’nın son dönemde dönüşen güvenlik stratejisi ve algısı üzerinden incelenmesi hayli önemlidir. İki başat güç arasındaki gerginlikten istifade ederek bölgesel ölçekte konumunu güçlendirme arayışına giren Ankara, iki taraftan elde edebileceği çıkarlarını olabildiğince artırma yönünde adımlar atmıştır. Yetmiş yıldır üyesi olduğu NATO ile ilişkilerinin gerilmesi pahasına fitili ateşlenen bu dönüşüm, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte hayli kaygan bir zemine taşınmıştır. Mevcut çalışma, merkezine Türkiye’nin değişen güvenlik yaklaşımını almaktadır. Bu yeni stratejinin analitik bir çerçeve içerisinde kavramsallaştırılıp tanımlanması ve hem ulusal hem de uluslararası seviyedeki olası etkilerinin tartışılması hedeflenmektedir. Süreç izleme yöntemi ile Türk dış politikasında NATO ve Rusya ile ilişkileri etkileyen söylem ve eylemlerin yanı sıra kamuoyu eğilimlerindeki değişimler incelenecek ve güncel gelişmeler ışığında Ankara’nın pragmatizmden beslenen güvenlik yaklaşımı açıklanmaya çalışılacaktır. Klasik güvenlik stratejilerinden farklı olarak, iki başat aktörle de mümkün olduğunca aynı mesafede bulunmaya işaret eden risk dengeleme (hedging) stratejisi, Türkiye’nin NATO ve Rusya karşısındaki son dönem politikasını açıklamaya daha yakındır. İçerisinde iş birliği ve ihtilaf odaklı politikaları barındıran ve belirsizlik altında doğan risklerin etkisini azaltırken olası getirileri artırmayı hedefleyen risk dengeleme stratejisi, büyük güç mücadelesine sahne olan bölgelerde bulunan ikincil devletlerin öncelikli olarak tercih ettiği güvenlik stratejilerindendir. Cheng-Chwee Kuik’in sunduğu analitik çerçeveye göre, risk dengeleme stratejisi, uluslararası seviyede üç faktörün eşzamanlı biçimde gerçekleşmesine bağlı olarak uygun bir seçenek haline gelebilir. Bu faktörler, ikincil aktöre yönelik yakın (immediate) bir tehdit bulunmaması; uluslararası arenada derin bir ideolojik kamplaşma olmaması ve büyük güçler arası doğrudan bir çatışmanın vuku bulmamış olmasıdır. Bu koşulların sağlandığı günümüzdeki gibi durumlarda ikincil bir devletin dengeleme veya peşine takılma yerine risk dengeleme stratejisine yönelmesine sebep olan faktörler ise (1) aktörün maruz kaldığı riskin boyutunu artıran yoğun stratejik belirsizlik ve (2) getiri maksimizasyonu arayışına yol açan büyük bir çıkar beklentisidir. Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte gelişen süreci incelediğimizde her iki faktörün de Türkiye açısından mevcut olduğu görülmektedir. Henüz çok yoğunlaşmamış bir büyük güç mücadelesi stratejik belirsizliği artıran en temel faktörlerin başında yer alırken; Türkiye’nin özellikle Rusya ve kısmen de Ukrayna ile arasındaki mevcut ticaretin hacmi ve doğası düşünüldüğünde, ilişkilerin bu şekilde devam etmesinin Ankara’nın çıkarları açısından hayli kritik olduğu görülmektedir. Askeri, ekonomik ve diplomatik boyutlara yayılan bir orta yol stratejisi olmanın yanı sıra risk dengeleme, birbirinin etkisini nötrleyen (counteracting) politikaların eşzamanlı izlenmesini gerektirmektedir. Buna göre, Kuik, dengelemeden peşine takılmaya uzanan bir politika yelpazesinde, iki farklı grup altında ele alınabilecek beş farklı risk dengeleme stratejisi belirlemiştir. “Getiri maksimizasyonu” hedefli ilk gruptaki stratejiler ekonomik faydacılık, bağlayıcı angajman ve kısmi peşine takılma olarak sıralanabilir. “Risk durumuna bağlı” (risk-contingency) önlem niteliğindeki stratejiler ise dolaylı dengeleme ve hakimiyetin reddi olarak sınıflandırılmaktadır. Bu stratejilerden ikisini veya daha fazlasını, birbirinin etkisini sıfırlayarak riski minimize edecek biçimde uygulayan ikincil devletlerin bölgelerindeki büyük güç mücadelesi karşısında risk dengeleme stratejisi izlediğini söylemek mümkündür. Bu stratejilerin askeri, diplomatik ve ekonomik alanlara yayılımının yoğunluğu, aktörün “şiddetli” (heavy) veya “hafif” (light) bir risk dengeleyicisi olduğu hususunda belirleyicidir. Türk güvenlik stratejisinde ilk işaretleri takriben 2013 yılında bulunabilecek değişimin temelinde yatan unsur, Batı ittifakına bağlılığın sorgulamaya açılmasına koşut olarak Rusya ile ilişkilerin derinleştirilmesi olmuştur. Türkiye’nin NATO’ya ilişkin şüpheciliğine dair 2011 yılındaki Libya müdahalesi öncesinde ortaya çıkan ilk sinyaller, zaman içerisinde şekillenecek bir uzaklaşmanın habercisi niteliğindedir. Takip eden dönemde, başta Fransa ve ABD olmak üzere bazı üye ülkelerle yaşanan anlaşmazlıklar, Türkiye açısından ittifakın güvenlik stratejisindeki merkezi konumunun tartışmalı hale gelmesine yol açarken, üye ülkelerin Türkiye’yi ittifakın uyumunu tehdit eden bir aktör olarak görmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu bakış, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik ihtimali karşısında takınılan ikircikli tutum sonucunda gittikçe güçlenmektedir. Beyaz Saray’da Donald Trump’ın bulunduğu süreçte yaşanan krizler ve ABD’nin kendi kurduğu düzene yönelik şüpheci yaklaşımı da iki taraf arasındaki ayrımın derinleşmesine katkıda bulunmuştur. Aynı süreçte yaşanan Türkiye-Rusya yakınlaşması, bu gelişmelerden bağımsız olarak ele alınmamalıdır. İki ülke, başta Libya ve Suriye olmak üzere pek çok kritik konuda aynı tarafta yer almasalar da artan ekonomik iş birliği ve gittikçe derinleşen ticari bağlar zaman içerisinde askeri alana da yayılmış ve Ankara’nın Moskova’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasıyla zirveye çıkmıştır. Bu dönemde yaşanan Rus uçağının düşürülmesi ve büyükelçi suikastı gibi krizler dönemlik sarsıntılara yol açmıştır; ancak, özellikle 2016 sonrasında ilişkilerdeki olumlu hava güç kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bu değişim, Türk kamuoyunun bakışına da yansımış ve Rusya’ya dair olumlu görüş bildirenlerin oranı yükseliş gösterirken, Türk halkının hem ABD hem de NATO ile ilgili olumlu görüşü genel bir zayıflama eğilimi içerisine girmiştir. En dikkat çekici olan husus ise kamuoyunda Batı’ya güvenin belirgin biçimde azalmakta olmasıdır. Bu çerçevede, Türkiye, güvenlik algısını NATO merkezli olarak şekillendirmekten görece uzaklaşarak Batı ittifakı ve Rusya karşısındaki güvenlik stratejisini risk dengeleme yaklaşımı etrafında şekillendirmeye başlamıştır. Ankara’nın, Ukrayna’daki savaşın başındaki “iki taraftan da vazgeçmeme” olarak nitelenebilecek tutumu, bunun en net göstergelerindendir. Ekonomik pragmatizm ile getiri maksimizasyonuna yönelen Türkiye, savaş boyunca Batı yaptırımlarına katılmazken Rusya ile ticari ilişkileri, turizmi de kapsayacak biçimde, olduğu gibi devam ettirmeye çabalamaktadır. Buna karşın, Türkiye diplomatik alanda dolaylı dengeleme yoluna yönelerek Avrupa Konseyi ve BM’deki oylamalarda çekimser kalmış veya Rusya aleyhine oy kullanmıştır. Diğer bir ifadeyle, Türkiye, ittifak üyeleriyle keskin biçimde ayrışmaktan itinayla kaçınmaktadır. Fakat unutulmamalıdır ki büyük güçler arasındaki ihtilafın yoğunlaşması, hatta doğrudan bir çatışmaya dönüşmesi, uluslararası seviyede belirsizliğin azalmasına ve ikincil aktörler açısından risk dengelemenin uygulanamaz bir hale gelmesine yol açacaktır. Bu durum, bahsedilen aktörlerin bir seçim yapması kaçınılmaz kılacak ve bu tercihe bir bedel eşlik edecektir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin bu süreçte bir katalizör rolü oynaması şaşırtıcı değildir. Güvenlik stratejisini risk dengeleme eksenine oturtmuş durumdaki Türkiye’nin olası bir taraf seçimi zorunluluğunun kendisine getireceği yükü ve yaratacağı sonuçları ihtiyatlı biçimde tartması elzemdir. |