Popis: |
Tevil, geçmişten günümüze üzerinde birçok tartışmanın bulunduğu İslâmî ilimlerin ana kavramlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tefsirle tevilin aynı mana mı ifade ettiği yoksa farklı manalar mı içerdiği; ayrıca metni anlamada tevil yoluna gidilip gidilmemesi meseleleri, geleneğimizde tartışılan önemli konular arasında yer almaktadır. Tarih boyunca fıkıh, kelam, tefsir ve tasavvuf gibi ilimlerde farklı şekillerde teviller yapılmıştır. Kelam ve Fıkıh ilminde te’vilin burhan ve delillere bağlı kalınmak gibi belli şartlara tabi tutulması onun ölçülü ve munzabıt bir hale dönüşmesine vesile olmuştur. Bu durumun tefsir ve özellikle de tasavvuf ilminde bütünüyle böyle olduğunu söylemek güçtür. Tefsir eserlerinde yapılan te’villerde daha esnek bir tutumun sergilendiği bilinmektedir. İslâmî ilimlerde te’vil, üç ayrı kategoride değerlendirilmektedir. Birincisi beyânî tevildir. Bu tevil çeşidi daha çok fakihlerin, müfessir ve dilcilerin yaptığı bir yorum yöntemidir. Arap dilinin kuralları dâhilinde hareket ederek Kur’an’dan anlamlar üretmek olarak da tanımlanabilir. Bu tevil tarzı bir tercih, istihraç ve istinbat işidir. İçtihad da esasen yorumcunun (fakih, müfessir ve müevvil) ilahi iradeyi keşfetme çabası olarak algılanmaktadır. İkinci tevil çeşidi irfânî tevildir. Tasavvuf erbabının kalbine sezgi, keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür. Bu da onların tedebbür, teemmül, tefekkür ve tezekkür gibi kavramlarla ifade edilen bir manevi tecrübeyi içselleştirmelerinin bir sonucudur. Tevilin üçüncü çeşidi ise burhânî tevil olup bu tevil çeşidinde nasslar bütünsellik içerisinde ele alınıp zâhiri manalara uygun düşecek şekilde yorumlanmaktadır. Bu ekolün en önemli temsilcisi İbnRüşd el-Hafîd’dir. Ona göre akılla vahiy çelişmez. Bunlardan gelen bilgiler uyum içerisindedir. Bu uyum ya doğrudan nassın zâhirinden anlaşılan mana ile yahut da burhana dayanan tevillerle gerçekleşmektedir. Bazen nassların bilgi vermediği yerler olur. İşte bu durumda burhana dayalı yorum yani aklî bilgi esas alınır. Nassın verdiği bilgiyle aklî bilgi çatışmazsa sorun yoktur. Ancak çatışırlarsa nassların zâhirine ters düşmeyecek tarzda tevil edilmesi gerekir. Bu sınıflama içerisinde yer alan te’vilin üç çeşidi, Kuran’ı anlamada geliştirilen bütün meslekleri (anlayış) kapsayacak bir taksimdir. Bu taksim içerisinde yer alan gerek beyanî ve gerekse burhanî te’vilin delil ve kurala bağlı olmasından dolayı daha nesnel olduğu söylenebilir. İrfanî tevile gelince bu keşf ve ilham yoluyla sûfiye gelen bilgiye dayandığı için bunun daha öznel ve sübjektif olduğu söylenebilir. Nitekim makalede taharetle ilgili ayetler özelinde sufilerin getirdiği batınî yorumlar zahir anlamın çok ötesine geçerek munzabıt te’vil sınırlarını aştığı söylenebilir. Bu noktada zâhir ve bâtın bağlamında yapılan bu tevillerin -örnekler üzerinde de görüleceği gibi-uç noktalara savrulmuş olması, yöntem açısından Fıkıh -Tasavvuf İlişkisini de önemli ölçüde açıklamaktadır. Ancak burada nasıl bir dengenin kurulacağı ise önemli bir sorun teşkil etmektedir. Makâsıd/gâi yorum konusunda merkezi bir konuma sahip olan büyük Mâlikî fakihi Şâtıbî’nin, te’ville ilgili yaklaşımı zahir-bâtın arasında kurulabilecek denge açısından ölçüt olabileceğinden önem arz etmektedir. Ona göre Kuran’dan istinbât edildiği söylenen bütün manaların Arap dili üzere cârî olması gerekir. Eğer böyle değilse yani çıkarılan mananın Arap diliyle ilgisi yoksa o manaların -ne kaynak ne de metod olarak- Kuran ilimlerinden olduğu söylenemez. Bu nedenle onun verdiği te’vil örnekleri zâhir ve bâtın bağlamında tevilin sınırlarının belirlenmesi ve meşruiyet kapsamının tayin edilmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Bu veçhile çalışmada onun konuyla ilgili yaklaşımı, meselenin değerlendirilmesinde önemli bir parametre teşkil etmiştir. Fıkıh usulünde sahih ve makbul bir te’vilde bulunması gereken şartlar dikkate alındığında sûfîlerin yaptıkları te’villerin kuralları aşan ve zahir anlamın devre dışı bırakıldığı uç te’viller olduğu söylenebilir. Ancak onların bu tutumunun Bâtınîlerle aynı kefeye konulması da isabetli değildir. Zira sûfîlerin yaptıkları te’villerde öne çıkan unsurun genellikle şahsı Allah’ın rızasından alıkoyan şeyin nefis olduğu düşüncesidir. Bundan dolayı ilgili ayetleri bu meyanda yorumlamışlardır. Taharetle ilgili ayetlerde de günahlardan arınma ve nefsin tezkiyesi öne çıkmaktadır. Ancak sûfîler, Bâtıniler gibi zâhiri inkâr etmemişler fakat te’vilde delile bağlı kalma noktasında fakihler ve kelamcılar gibi munzabıt bir esas dahilinde hareket de etmemişlerdir. Bu nedenle onların zaman zaman uzak te’villerde bulunmuş oldukları söylenebilir. |